Ağaçlar birbirleriyle arkadaşlık kuruyor, birbirlerini koruyor, aralarında bilgi alışverişinde bulunuyor, yavrularını yetiştiriyor, hatta bir araya gelip hasta ağaçlara yardım ediyorlar... Peri masalı gibi mi geldi? Değil! Türkçeye henüz çevrilen ‘Ağaçların Gizli Yaşamı’ kitabıyla tüm dünyada çoksatar listelerine giren Alman yazar ve ‘ormancı’ Peter Wohlleben’le konuştuk.
Kitabınızın temel argümanlarından biri ağaçların öğrenme, öğrendiklerini depolama, dahası bunları diğer ağaçlara iletme becerisine sahip olduğu. Nasıl gerçekleşiyor bu? Ağaçlar zeki canlılar mı?
Bildiğimiz anlamda zeki değiller. Köklerinin ucundaki birtakım sinir hücreleri vasıtasıyla birbirlerine elektrik sinyalleri ilettiklerini ya da öğrenme süreçlerinden geçtiklerini artık biliyoruz. Bu kitap zaten sadece ormancı olarak benim tecrübelerime dayanmıyor, temel olarak bilimsel araştırmalardan hareket ediyor. Yıllardır beraber çalıştığım Aachen Üniversitesi’nin yaptıklarına ya da Vancouver Üniversitesi’nde yıllardır süregelen ciddi araştırmalara; on yıllardır süren daha birçok araştırmaya…
BBC
Peki ağaçların ne öğrendiğini öğrenebildik bugüne kadar?
Örneğin kuraklıktan ders çıkarıp, gelecek senelerde su tüketimini ona göre ayarlamaları gerektiğini öğreniyorlar. Ya da bir anne ağaç, kendinden olan yavru ağaçları kökleri üzerinden anlayıp onları beslemeye yönelebiliyor. Tehlikeleri, dostları, düşmanları, hayatlarını idame ettirmelerine yarayacak her şeyi öğreniyorlar ve bu bilgileri kullanıyorlar.
Birbirleriyle nasıl iletişim kuruyorlar? Ya da sizin söylediğiniz üzere nasıl konuşuyorlar?
Elektrik sinyalleri bir tür konuşma şekli. Kimyasal sinyaller bir başka yöntem. Örneğin bir böcek tarafından saldırıya uğrayan ağaç kökleri aracılığıyla diğer ağaçlara da bildirir ki, diğerleri böceği önleyen salgıları zamanında salgılayabilsin.
ORMANIN "PAHALI" İNTERNETİ
Kitapta mantar ağlarından da ‘ormanın interneti [’wood wide web’ yani www’ kelime oyunuyla] olarak bahsediyorsunuz. Nasıl çalışıyor bu internet?
Öncelikle şunu bilmelisiniz: Mantarlar kendilerini besleyemez, bu yüzden diğer bitkilerden yararlanıyorlar. Bunu yapmak için de karşılığında, örneğin ağaçlara bir şeyler teklif etmeleri gerekiyor.
Ne teklif ediyorlar?
Çok şey… Mesela bir haberleşme ağı… İşte burada internete geliyoruz. Ağaçların kendi aralarında haberleştiğini söylemiştik. Bunun için sadece köklerini kullanmaz ağaçlar. Çünkü bu şekilde haberler tüm ormana yayılamaz. Bir ağacın kuraklık yaşanacağını diğerlerine göre daha iyi hissettiğini farz edelim, bunun haberini vermek için mantarlardan yararlanır. Mantarlar, ağaçlar arasında çoktan köprüler kurmuştur çünkü.
İnternet kabloları gibi…
Evet. O kablolar üzerinden bir ağaç diğerine bir mesaj gönderiyor: “Bu yaz kurak geçecek, su tüketimini düşür” diyor… Ağaçlar da bu mesaja göre hareket ediyor. Mantar da bunun karşılığında ağaçlardan bir ödeme alıyor.
Ne kadar ödüyor ağaçlar?
Fotosentez üretiminin üçte birini… Bakın, bu üretimin üçte biri gövdeye ve köklere, üçte biri yapraklara gider. İşte üçte biri de mantarlara gidiyor.
Epey pahalıymış!
Hiç fena değil.
ŞEHİRDEKİ AĞAÇLAR UYUYAMIYOR
Kitapta şehirdeki ağaçlara ‘sokak çocukları’ diyorsunuz… Neden?
Bir defa tek başınalar. Aileleri yok. Bu yüzden çok hızlı büyüyorlar. Böyle birden boy atıp serpilince onların ‘sağlıklı’ olduğu düşünülüyor. Halbuki bu bir sağlık göstergesi değildir.
Nedir peki?
Yalnızlık göstergesidir. Bakın ormanda bir ağaç, ömrünün ilk 200-300 yılında çok çok yavaş büyür. Diğer ağaçların gölgesindedir hep. Işığa erişimi yoktur. Kökleri ona yeterince besin taşımaz. Ama şehirdeki o yalnız ağacın büyümesini engelleyen pek bir şey bulunmaz; bütün ışık onundur; o da hemen o ışığı kullanıp boy atar. Nasıl fazla şeker bir çocuğa zarar verirse, çocukluk dönemindeki fazla ışık da ağaca zarar verir.
Nasıl zarar veriyor?
Diğer fonksiyonları gelişmeden erkenden büyümüş oluyor. Dengesizleşiyor. Şehirde parklarda ve sokaklarda ‘ne kadar büyük’ diyerek hayranlıkla baktığımız bazı ağaçlar aslında anaokul çağındadır. Tabii başka dertleri de var onların. Örneğin ağaçların tıpkı insanlar gibi uyuması gerekir.
Uyuması mı!
Evet, geceleri uyur ağaçlar. Ama sokak lambalarının aydınlığında yaşamaya çalışıyorlarsa, uykusuzluk çektikleri için ömürleri daha da kısalır, erkenden ölürler.
Eh hızlı yaşayıp genç ölüyorlar.
(Gülüyor) Evet öyle.
KAYINLAR MEŞELERİN CANINA OKUYOR
Kitabınızı okurken, dostluklar bir yana, bazı ağaç türlerinin arasında ciddi mücadele olması da ilgimi çekti. Örneğin kayınlar meşelere karşı son derece agresif. Onlara neredeyse hayat hakkı tanımıyorlar. Dostluklar yanında düşmanca duygular da var mı onlarda?
Ormanda çelişkiler vardır. Yine de öncelikle şunu söyleyelim: Kayınlar ve meşeler genetik olarak en az siz ve kuşlar kadar birbirlerinden ayrıdır. İnsanlar “Kayınları sosyal canlılar olarak tarif ediyorsunuz, ‘Çocuklarını koruyorlar, güçsüzlere yardım ediyorlar’ diyorsunuz ama bir yandan da meşelerin canına okuyorlarmış; ırkçı mı şimdi kayınlar” diye soruyorlar örneğin.
Irkçılar mı hakikaten?
Değil işte! Sonuçta onlar birbirlerinden farklı türler; aralarında bir savaş yaşanması ya da ırkçılık mümkün değil. Gerçek savaş aynı türün içinde yaşanandır. Mesela insanlar arasında ya da farklı türde karıncalar arasında… Bu yüzden bir kayın, meşeyle bu şekilde mücadele etmiyor. Ama şu anda bunu da tam olarak bilemiyoruz.
Kitapta henüz bilemediğimiz, bilmeye yaklaştığımız bazı konuların altını çizmişsiniz. Akıl, hafıza, veri havuzu oluşturma gibi konularda ihtiyatlı yaklaşanlar da bitkileri bu şekilde görenler de olduğunu yazmışsınız. Bilim şu an nerede?
Ağaçların köklerinde beyne benzer yapılar var. Beynin verdiği kararlara benzer kararlar veriliyor; elektrik akışı var. Anneler ve çocukları arasında ilişkilere benzer ilişkiler var. Bilimsel çalışmalar bu konuları aydınlattı. Daha da öteye gidiliyor şimdi. New York Times’da da yayımlanan bir araştırmada, Bonn Üniversitesi’nden bir profesör bir ağacı anestezi ile uyuşturdu ve uyuşturulan ağaç buna bir hayvan gibi tepki verdi. Uyuşturulduğu dönemde tüm fonksiyonları azaldı. Ona “Sizce ağaçlarda bilinç var mı” diye sorduklarında “Henüz bilmiyorum” diye cevap verdi; zaten mesele de biraz o. Şu an bu noktadayız. Öğreniyoruz.
MEĞER KERESTE İŞİNE GİRMİŞİM!
Yıllarca orman memuru olarak çalıştınız; şimdi de bir köyde bir ormanı çekip çeviriyorsunuz. Nereden geliyor ağaçlara dair bu tutku?
Küçüklüğümden beri doğaya bir ilgim var. O zamanlarda bile doğa korumacı olmak istiyordum. Biyoloji okumaya karar verdim. Sonra Alman Orman Komisyonu’nun genç öğrencilere ihtiyacı olduğunu okuduğumda “Neden olmasın, neden ormancılık yapmayayım” diye düşündüm. Ama daha önce ormanlara yönelik özel bir ilgim yoktu.
Aradığınızı buldunuz mu peki?
Aslında ormancılık hakkında pek bir fikre sahip değildim. Zaten işin içine girdikten sonra anladım ki bu işin doğa korumayla da bir ilgisi bulunmuyormuş. Kereste işiymiş bu!
Kitap nasıl çıktı?
Açıkçası hiç kitap yazasım yoktu. Yıllarca orman turlarına çıkarttım insanları; insanlar hep bu anlattıklarımı yazmamı, daha fazlasını da anlatmamı istiyorlardı. Sonra karım “En azından bir on sayfa yazamaz mısın” diye sordu. Ama gerçekten de ben yazmayı sevmem, anlatmayı severim. Sonra bir gün direncim kırıldı. Kitabı yazdım. Birkaç yayınevine gönderdim. Ama kimse de basmak istemedi!
Başarılı kitapların serüveni hep böyle başlıyor sanırım…
(Gülüyor) Belki de. Sonra birisi bastı ama kimse de bu kadar başarılı olmasını beklemiyordu. Almanya’da üç bin adet basılmıştı. Ama yetmedi! Ayrıca küresel bir ilgi odağı oldu ki bu benim için de bir sürprizdi.
Neden tüm dünyada okunuyor sizce?
Üzerine biraz düşündüm bunun. Sonuçta doğrudan belirli bir kültüre hitap etmiyor kitap. İlk yıl, Almanya’da “Evet, Almanların ağaçlarla ilişkisi yüzünden bu işler böyle” dendi. Ama sonra herkes okumaya başladı. Kitabı ilk alanlardan biri Güney Kore’ydi. Almanya’yla ne kültür ne de gelenek açısından en ufak ilgisi var. Bir yandan da güzel zihin jimnastiği oluyor. Benim kitabın sadece çeşitli çevirilerindeki kapaklarına bakarak bile, orman algısı üzerine kültürel farklılıkları anlayabilirsiniz.
Neler görürüz mesela?
Aslında her bir kapak benim için şaşırtıcıydı. Örneğin Güney Kore’de kapak son derece geometrikti. Ormanda geometri! Norveç’te kapakta huş ağaçları vardı ki benim kitabımda pek bir rolleri yok. Benim bir kayın ormanım var sonuçta. Ama yine de her kültürün onu farklı algıladığını görmek güzeldi. Aslında her insanın ağaçlarla kendi özel ilişkisi var.
DOĞAYA DEV BİR MAKİNE GİBİ BAKMAYA ALIŞTIK
Orman hakkında pek kitap yok; belki o boşluğu doldurdu kitabınız.
Bilimsel araştırmalar çok aslında. Kitabımda da onlara yer veriyorum. Yalnız şöyle bir durum var; her bir bilim insanı meselenin özel ve ayrı bir tarafına hâkim. Bir de, her bir araştırma elbette son derece bilimsel ve bunlar doğaları gereği popüler bir dille yazılmıyor. Aslında bu kadar duygudan uzak yazılması gerektiğine de inanmıyorum. Zaten bugünlerde epey bir bilim insanı araştırmalarını daha popüler bir şekilde yazmaya gayret ediyor. Ben de biraz öyle yaptım. Tüm tabloyu gözler önüne sermeye çalıştım: Hem araştırmaları hem kendi kişisel deneyimlerimi hem de bu alanda çalışan tüm insanların deneyimlerini…
Bunca deneyim ne öğretti size?
Biz doğaya dev bir makine gibi bakmaya alıştık. Duygusuz, dev bir makine gibi… Hayvanlara da öyle bakıyoruz. Özellikle Aydınlanma’dan beri böyleyiz. Her bir canlının o makinede bir rolü varmış gibi davranıyoruz. Bugünlerde bunun doğru olmadığını görüyoruz. Hayvanlar ve bitkiler arasında var olduğunu düşündüğümüz sıralama biçimi de kusurlu. Önce insanlar, sonra hayvanlar, en son bitkiler geliyor çoğumuza göre. “Bitkilere ne istersek yapabiliriz; hayvanlara dikkat edelim, memelileri gözetelim ama böcekleri falan çok önemsemesek de olur” gibi düşünüyoruz… Bu sıralama bana sorunlu geliyor.
Ne yapmalıyız?
Birçok insan bunu soruyor. “O halde ne yapalım” diyor; “Kendimizi mi öldürelim yani?” Ben insanlara “Şöyle yapmalısınız” diye parmak sallayan biri değilim. Ben de bitkileri yiyorum; et de yiyorum ayrıca. Hem kitap da epey basıldı. Epey kâğıt kullanıldı bu uğurda. Yani diğer canlıların kullanılmasına karşı değilim. Tek söylediğim hepsinin kapasitesinin farkında olmamız, sorumlu ve dikkatli davranmamız. Örneğin orman endüstrisinde öyle ağır makinelere, gübreye, sürekli kesimlere gerek yok.
Kendi köyünüzdeki ormanda nasıl çalışıyorsunuz mesela?
Benim çoğunlukla kayınlardan oluşan bir ormanım var. Ağaçların, yabanıl yaşamlarını sürdürmesini sağlayacak şekilde ormanı koruyoruz. Kimyasal kullanmıyoruz. Ormanı rehberli turlar ve rekreasyon [teneffüs] alanı olarak kullanıyoruz. Kerestecilerle de çalışıyoruz. Ama Almanya gibi kalabalık ülkelerde, bu teneffüs faydası maksimum kereste sağlamaktan çok daha önemli.
DIŞARI ÇIKIN, BİR AĞACA SARILIN!
Bir ormanda çalışmak nasıl bir his? Beni biraz ürperttiği olmuştur ormanlarIn. Bir de Grimm Masalları’nı düşününce örneğin, insan pek de emin olamıyor!
Orman hep muhteşemdir. Aslında dünyanın en güvenli yeri orman. Birçok insan sizin de söylediğiniz gibi tek başına ormanda yürümekten ürker ama buna gerek yok. Ormanda hırsızlara pek rastlanmaz örneğin. Bir hırsız, ormanda durup soyacağı birinin geçmesini beklerse epey yaşlanır. Tabii bir de kuşlar var ve diğer hayvanlar… Onlarla bir arada olmak güzeldir. Onları izlemek güzeldir. Tabii onları sadece seyretmeyiz; onlar tarafından seyrediliriz de. Bunu bilmek de güzel.
Sağlık açısından da iyi olmalı…
Evet ağaçlarla ilişki içinde olmanın, ormanda bulunmanın sağlığa iyi geldiğini ortaya koyan araştırmalar var. Ama psikolojik etkisi de önemli. İç dengenizi kurmanız açısından özellikle. Ormanda bulunmaktan ben epey keyif alıyorum. Orada çalışıyorum; evim ormanın dibinde. “Sıkılmıyor musun” diyorlar. Hayır, sıkılmıyorum. Üstelik karımla biz tatillerimizi de dünyanın farklı yerlerindeki ormanlarda geçirmeyi seviyoruz.
Yeni bir tatil planınız var mı?
Evet, bu sene İsveç’in kuzeyindeki bir ormana gideceğiz. Hiç kimse yok, cep telefonu yok, tamamen doğayla baş başasınız. Ağaçlara doyamıyoruz!
Okurlarımıza doğayla iletişim kurması için ne tavsiye edersiniz?
Aslında çok basit. Dışarı çıkıp bir ağaca sarılsalar yeter. Bunu bu konuda kitap yazan biri olduğum için söylemiyorum. Doğayla ilişki kurmanın çok basit, pratik ve faydalı bir yolu olduğu için söylüyorum. İstanbul’da, Antalya’da neredeyseniz fark etmez, bir ağaca sarılın. Ormanlarınızı tanıyın. Hem Türkiye’de çok güzel ormanlar var.
Kaynak:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder