5 Aralık 2017 Salı

SENYÖR İLE SERF VE SİPAHİ İLE REAYA ARASINDAKİ İLİŞKİLERİN TOPLUMSAL YAŞAMI ŞEKİLLENDİRMESİ


Bu Makale "Senyör İle Serf ve Sipahi İle Reaya Arasındaki İlişkilerin Toplumsal Yaşamı Şekillendirmesi" orijinal  adıyla Arzu Kuru Yoon tarafından yazılmıştır.



Avrupa’da Feodal Beyler ile bunun Osmanlı benzeri olan Sipahilerin görev ve yetkilerinin sınırı ve bunların yönetimleri altında yaşayan Avrupa Serfleri ve Osmanlı Reayasının sorumluluklarının ve haklarının neler olduğu ve bu ilişkilerin toplumsal yaşamı nasıl şekillendirdiği, çalışmamın konusunu oluşturmaktadır. Öncelikli olarak ilk bölümde, toprak yönetimi ve işlenmesindeki aktörlerin tanımları ve bu kişilerin karşılaştırmalarını yaparak aralarındaki benzerlik ve farklılıklara başlıklar halinde değineceğim. İkinci bölümde ise, Senyör ve Serf arasındaki ilişki ile Sipahi ve Reaya arasındaki ilişkinin toplumsal yaşamı nasıl şekillendirdiğini, Toprağa Bağımlılık, İlişkilerin ekonomik yansıması, Evlilik ve Çocuk, Hak ve Hukuk olmak üzere dört ana başlık halinde inceleyeceğim. Dönem aralığı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet olarak kuruluş ve Balkanlar’da yayılmasını da içermesi bakımından 13. ile 16. yüzyıl aralığını hesaba kattım. Her ne kadar feodalitenin uygulanış biçimlerinin coğrafyaya göre farklılık gösterdiği gerçeğini göz ardı etmek amacında olmasam da, bu makalemde genel kanılar üzerinde yoğunlaşarak karşılaştırmalar yaptım.

1.AVRUPA VE OSMANLI’DA AKTÖRLER

      Ortaçağda devleti yönetebilmenin, güvenliği sağlayabilmenin vazgeçilmez koşulu, eldeki tek kaynak olan toprağın verimli işlenerek, devlete gelir ve savaşa insani güç elde edilmesini sağlamaktı. Bu koşulları elde edebilmek için bölgesel yönetimi sağlayabilecek kişilere ihtiyaç vardı. Bana göre, Avrupa’da bu yönetim, soylu sınıfa verilmiş bir ‘’hak’’ iken, Osmanlı’da sonradan soylu olarak adlandırabileceğim kişilere verilmiş bir ‘’görev’’ idi. ‘’Hak’’ ve ‘’görev’’ arasındaki farklılığın, bu kişilerin yönetimi altındaki köylülere davranış biçimlerini ve merkezi otoriteye karşı yükümlülüklerini belirleyen en önemli faktör olduğunu düşünüyorum. Öncelikli olarak, hem Avrupa’da hem de Osmanlı’da yönetenlerin ve yönetilenlerin kimler olduğu konusunda tanımlama yapmanın faydalı olacağını düşünüyorum.

1.1. AVRUPA’DA AKTÖRLER

1.1.1. SENYÖR

      Senyör kısaca, Kralın egemenlik hakkını paylaştırdığı ve sahibi olduğu toprağın mutlak hakimi olan, kan bağından kaynaklanan bir soyluluğa sahip kişidir. Senyör merkezi otoriteye bir çeşit anlaşma ile bağlıdır ve Kralın vassalı konumundadır. Toprağın sahibi olan Senyör, aynı zamanda o toprakta yaşayan ve bulunan herşeyin de sahibidir. Toprağını hiyerarşik olarak kendisinden daha altta olan diğer soylulara vassallık anlaşması ile dağıtıp, kendisine hizmet koşullarını belirleyebilir. Kral ile köylü ve Kral ile Senyörün vassalları arasında doğrudan bir ilişki yoktur, (Cin & Akyılmaz, 2000, pp. 41-44) yani Kral’ın tek ilişkisi toprağın paylaştırılmış olduğu Senyörler iledir.

 1.1.2. VASSAL

      Toprak sahibi ile bir çeşit hizmet sözleşmesi yapan soylu kişiye Vassal denir. Bu bağlamda düşünüldüğünde, Senyör Kral’ın vassalıdır. Bloch, bu ilişkiyi şöyle özetliyor, ‘’ Bir başka adamın ‘’adamı’’ olmak; feodal terminolojide bundan daha yaygın ve daha anlam yüklü hiçbir kelime bileşkesi yoktu’’. (Bloch, 1983, p. 185) Birinin adamı olmak karşılıklı rızaya bağlı bir durum olup, aslında sadece hizmet edecek olanın verdiği yeminle gerçekleştirilen bir anlaşma idi. Vassal kendisine verilen toprak üzerinde haklara sahip oluyor ve taraflardan birinin ölümü ile bu anlaşma son buluyordu. Vassal ikinci bir şahıs olabileceği gibi, eğer Senyör ister ise toprağını dağıtmayıp, köylünün vergisini direk kendisi toplayabilirdi.

1.1.3. SERF

      Avrupa köylüsü olarak adlandırabileceğimiz serfler, toprağa bağımlı olup, Senyörün malıdır. Serf, Latincede köle anlamına gelen  ‘’servus’’ kelimesinden gelmektedir. (Bloch, 1983, p. 317) ‘’Servus’’, yani serf anlam olarak, köylünün sosyal statüsünü açıkça ortaya koymaktadır. Demesne serfleri, borderlar ve cotterlar olmak üzere üç çeşit köylü  vardı. Demesne serfleri, feodal beyin evinde kalan ve beyin topraklarında çalışan köylülerdi. Cotterlar, toprağı olmayan, malikane toprağında küçük kulübelerde yaşayan ve boğaz tokluğuna çalışan köylülerdi. Borderlar ise, 2-3 dönüm toprağı olan köylülerdi ve diğer köylülere göre daha az angarya talep edilirdi. (Huberman, 1991, p. 15) Bu makalede border serflerini ele alıp, 2. bölümde, bu serflerin sosyal yaşamları ve yükümlülükleri ile ilgili detaylar vereceğim. Border serflerini ele almamın sebebi, diğer serflere göre Osmanlı reayasında karşılaştırmasını yapmak istediğim yerleşik köylülere olan benzerliklerinin diğerlerine göre daha fazla olmasıdır.

1.2. OSMANLI’DA AKTÖRLER

1.2.1. SİPAHİ

      Eski farsçadaki at anlamına gelen ‘’aspa’’ kelimesinden türetilmiştir ve Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri ihtiyacını karşılamak amacıyla, devlet tarafından köy gelirlerinin kendilerine tahsis edilmesi sonucu toprak geliri sahibi olmuşlardır.  Köylüden devletin izni ile topladıkları vergiden elde ettikleri gelire Tımar denmektedir. Hallaçoğlu, kitabında teşkilatı şöyle açıklamış:
‘’Tımarlı sipahiler her sancakta bir kısım bölüklere ayrılmışlardı. Her bölüğün ‘’subaşı’’denilen çeribaşıları ile bayrakdar ve çavuşları vardı. Tımarlı sipahilerden her on bölük (bin kişi) bir alaybeyinin kumandası altında bulunuyordu. Alaybeyleri ise sipahileriyle beraber kendi sancakbeyilerinin, onlar da eyalet valisi olan beylerbeyinin kumandası altında sefere giderlerdi.’’ (Hallaçoğlu, 2014, p. 57)
Tımarlı Sipahiler  için devletin memuru sıfatını kullanmak yanlış olmaz. Askerlik görevini savaşa gidecekleri zaman yerine getiren Sipahiler bulundukları bölgenin idari işlerini de yürütmüşlerdir.

1.2.1. REAYA

      Kelime anlamı olarak ‘’sürü’’, ‘’güdülen anlamına gelmektedir. Vergi veren şehir, kasaba ve köy ahalisi ile konar-göçer tabir edilen göçebe aşiretler bu gruba dahil idiler. (Hallaçoğlu, 2014, p. 106) Makalemde bu grubun unsurlarından olan köylüleri ele alacağım. Aslında konar-göçerler de bir çeşit köylü sayılmakla birlikte, gerek yaşam tarzları gerekse vergilendirme şekilleri farklı olduğundan, serfler ile karşılaştırma yaparken dikkate almayacağım. Metinde geçen ‘’reaya’’ kelimesini yerleşik köylüleri adlandırmak için kullandım. Yerleşik köylülerden bahsederken, ortakçı kullar denilen, aslında köle olup devlet tarafından bir yere yerleştirilmiş aynı reaya gibi yaşayıp, farklı kanuna tabi olan köylüleri katmıyorum. Toplumsal yaşamdaki yansımaları incelerken bu köylü grubuna da değineceğim.

1.3. BENZERLİKLER VE FARKLAR

      Senyör ve Sipahi, devlet için askeri güç sağlamak üzere yapılan bir çeşit anlaşma sonucu bazı gelirler elde etmek amacıyla köylülerin vergilerini toplayıp, bölgenin idari sorumlusu da olan kişilerdir. Ancak burada çok önemli bir ayırım vardır. Senyör, vergisini topladığı köylünün yani serfin aynı zamanda sahibi iken, Osmanlı köylüsü olan reaya, Sipahinin malı değildir. Reayanın tüm elemanları Osmanlı Sultanının kuludur. Serfler aslında köledir ve alınıp satılabilirler, reaya özgürdür. Zirai mülk devrinin, genellikle toprağı işleyenleri değiştirmeden uygulanmasına rağmen bu, köylü bireylerin alınıp satılamadığı anlamına geliyordu. (Faroqhi, 2010, p. 123) Her iki köylü unsuru da toprağa bağımlıdır. Görevleri toprağı işlemek, aldıkları ürün karşılığında vergi vermek idi. Serfler her konuda Senyöre bağlı iken, reaya sadece vergi konusunda Sipahiye bağlı idi. Aralarındaki farklar ve benzerlikleri beş madde halinde açıklayacağım.

1.3.1. TOPRAK SİSTEMİ KARŞILAŞTIRMASI

      Avrupa’da, toprak Prensliklere bölünmüş ve ver Prenslik bir Senyör tarafından yönetilmekteydi. İngiltere örneğini ele aldığımızda, bu Prenslikleri Kontluklar olarak görüyoruz. Osmanlıda, ülke sancaklara bölünmüş ve her bir sancağa Sancakbeyi atanmıştı. Buradaki en önemli fark, Prensliğin Senyörün geldiği aileden kaynaklı olarak hüküm sürdüğü bir toprağa sahip olması iken, Sancakbeyinin esasında devlet tarafından atanan yüksek düzeyli bir memur oluşudur. Üretim gücünü ve askeri gücü elde tutan Senyörler, Krallar karşısında her zaman güçlü olmuşlardır. Osmanlıda ise durum böyle değildir çünkü kazanılan her toprağın sahibi Sultan’dır. Bu toprakların yönetimi için merkezden veya yeni fethedilmiş yerden biri görevli olarak atanırdı. Fetih edilen bölgelerdeki araziler Osmanlı Devletinin öz malı sayılırdı. Osmanlıda toprak, ana hatlarıyla üçe ayrılmaktaydı; Mülk, vakıf ve miri araziler. Mülk araziler tamamıyla sahiplerine ait olup, miras olarak bırakılabilir ve satılabilirdi. Mülk araziyi işleyen kişiler devlete vergi verirdi. Vakıf arazilerinin vergileri ilmi, dini ve sosyal birimlere verilirdi. Miri arazi ise bizim konumuzu da ilgilendiren arazi çeşididir. Miri arazi tamamen devlete ait olup işlenmesi için üzerinde yaşayan köylüye tahsis edilmiş ve bunun karşılığında vergi alınan topraklardı. (Hallaçoğlu, 2014, pp. 90-101) İşte bu topraklar Sipahilere gelir olarak veriliyordu. Avrupa feodal sisteminde toprağı elinde bulundurup topraktan tasarruf hakkı, Kral tarafından bir Düke, Dük tarafından bir Konta, Kont tarafından bir Lorda, Lord tarafından köylüye veriliyordu. (Huberman, 1991, p. 18) Toprağın sahipliği değil topraktan tasarruf hakkı kişilere devrediliyordu. Osmanlıda da topraktan tasarruf etme hakkı köylüye verilmişti. Ancak buradaki en önemli farklılık, toprağın bizzat Sultan tarafından köylüye ekmesi için verilmesidir. Toprağın tasarruf hakkı Sipahiye devredilmiyor, sadece köylünün ödeyeceği verginin belli bir kısmı gelir olarak veriliyordu. Yani, Osmanlı İmparatorluğu, paralı askerlerinin bir kısmının maaşını devlet hazinesinden vermek yerine, asıl gelir kaynağı olan toprağın, işlenmesi sonucu elde edeceği verginin bir kısmını bu askerlere gelir kaydederek, maaşlarının birinci elden ödenmesini sağlamıştır.

1.3.2. MADDİ KAZANIM VE SOYLULUK

      Senyörler, aileden gelen kan bağıyla soyluluk elde ediyorlardı. Osmanlıda ise  durum tam olarak böyle değildi. Yerleşim birimlerine yönetici olarak atanan kişilerin çoğu soylu bir aileden gelmemekle beraber aslında genellikle Osmanlı tebaasına köle olarak katılmış ve devlet erkanı tarafından yetiştirilmiş kişilerden oluşuyordu. Sipahiler, halktan orduya katılmaları, tımar verilerek teşvik edilmiş kişilerdi. ‘’Sipahiler, yönetici sınıf kapsamında seyfiye sınıfı içinde yer almışlardır. Bu itibarla devlet, sipahi sınıfı içine reayayı almamak gibi bir genel eğilim içinde olmuştur.’’ (Cin & Akyılmaz, 2000, p. 288) Her ne kadar bu koşul uygulanmaya çalışılmış olsa da zaman zaman artan asker ihtiyacını karşılamak için reayadan sipahi seçildiği olmuştur. Ayrıca, yedi sene tımar talebinde bulunmayan ve sefere gitmeyen sipahiler, deftere reaya olarak kaydedilmişlerdir. (Barkan, 1980, pp. 785-786) Görüldüğü üzere, kan bağına dayanmayan bir tür soyluluk verilebiliyor ve bu soyluluk beklenen hizmetin yerine getirilmemesine bağlı olarak geri alınabiliyordu. Sipahinin, asker beslemek ve sefere katılmak amacıyla elde ettiği tımar, maddi kazanım olmasına rağmen bu kazanım herhangi bir sebeple sonlanabilir ve sipahi gelirini kaybedebilirdi. Bu merkezi yönetimin kararına bağlı idi.

1.3.3. TOPRAĞA BAĞIMLILIK VE KÖLELİK DURUMU

      Avrupa’da köylülerin çoğu köle idi ancak az sayıda da olsa özgür köylüler vardı. Köylünün kendisi toprağa bağımlı iken, alınıp satılması ise topraktan bağımsız olarak gerçekleşebilirdi. Bunun anlamı köylünün bir yere taşınması değil ama, hizmet edeceği kişinin ya da daha doğru bir tanımla sahibi olan Senyörün değişmesidir. (Öztaşkın, 2007) Osmanlı reayası ise Sultanın kuludur ve Sultan  dışında herhangi bir kişinin malı değildir. Osmanlı köylüsü köle değildir ancak aynı serfler gibi toprağa bağımlıdır. Reayanın bulunduğu toprağı bırakıp gitmesi kurallara bağlanmıştır ve bunu ikinci bölümde daha ayrıntılı olarak ele alacağım.

1.3.4. ASKERİ YÜKÜMLÜLÜK

      Daha önce de belirttiğim gibi, Senyör ve Sipahi devlete askeri güç sağlamakla yükümlü idi. Kralın yönetim erkini paylaştığı Senyörler, Kralın iktidarını kendileriyle paylaşmasına karşılık olarak bir ordu bulundurmak ve merkezi otoriteye gerektiğinde askeri teçhizat ve insani güç sağlamak zorundaydı. Bu bir anlaşma ile yapılıyordu. Senyör ellerini Kralın elleri arasına koyuyor, yani Kralın mutlak hizmetine girdiğini diz üzerinde çökerek, silahsız ve başlıksız olarak, ‘’homage’’ olarak adlandırılan iki aşamalı bir saygı merasimi ile gösteriyor. Daha sonra anlaşmanın bir parçası olan ‘’fealty’’ denilen bir sadakat merasimi yapılıyor ve törensel bir öpüşme ile anlaşmanın yapıldığı onaylanıyordu. (Ganshof, 1996, pp. 70-79) Sipahinin, Sipahi olmasının yegane sebebi ise zaten asker olmak, aldığı tımar miktarına göre belirli sayıda asker beslemek ve devlete askeri güç sağlamak idi. Hizmet anlaşması bağlamında tımarlı Sipahilerin durumunun Senyörlere göre en önemli farkı, verdikleri hizmetin bir çeşit memuriyet olmasıdır. Senyörler askeri hizmetlerinin karşılığı olarak vergi gelirleri ile beraber serfleri de köle olarak alıyorken, tımarlı Sipahiler sadece reayanın devlete ödedikleri vergilerin bir kısmını gelir olarak alabiliyorlardı.

1.3.5. SENYÖR VE SİPAHİ AÇISINDAN “HAK’’ VE ‘’GÖREV’’

      Diğer dört maddede açıkladığım Avrupa ve Osmanlı aktörleri arasındaki farklar aslında üstleriyle girdikleri ilişkinin doğasına göre şekil almaktadır. Kral ile Senyör arasında yapılan anlaşma ve merasim, Senyöre sadakatı karşılığında sahibi olduğu topraklarda mutlak hakimiyet vererek, yönetimde ‘’hak’’ sahibi yapıyordu. Topraklar, üzerinde yaşayan serfler ile devrediliyor ve Senyör, hem hukuki hem siyasi anlamda iktidar sahibi olarak, köylüler üzerinde egemenlik kurabiliyordu. Osmanlıda reayanın hukuki durumları daha farklı idi. Bu farklılıktan ötürü, Sipahinin yönetimi bazı kurallara bağlı ve devlet kontrolüne tabi idi. ‘’Görev’’ bu idare şekli için kullanılabilecek daha uygun bir tanımdır. Sipahi tarafından reayaya uygulanan hatalı bir işlemin yaptırımının olması, ‘’hak’’ yerine ‘’görev’’ tanımını seçmemin asıl dayanağıdır.

2. TOPLUMSAL YAŞAM

      Senyörün serf, Sipahinin reaya ile olan ilişkilerinde, birinci bölümde ele aldığım ‘’hak’’ ve ‘’görev’’ bilincinin doğasına göre, toplumsal hayatın nasıl şekillendiğini, dört ana başlık halinde inceleyeceğim.

2.1. TOPRAĞA BAĞIMLILIK

      Serfler toprağa bağımlıydı ve bırakıp gidemezlerdi. Feodal Bey kaçan köylüyü nerede olursa olsun bulup getirme hakkına sahipti. Hatta Huberman bununla ilgili belgelerden bir örnek veriyor;
Bradford Malikanesinin 1349-1358 kayıtlarında şöyle bir parça görülüyor:‘’Lordun adamı William Childyong’un kızı olan Alice’in New York’ta oturduğu söyleniyor; tutuklansın.’’ (Huberman, 1991, p. 17)
Serfler ve ortakçı kullar toprağa tamamıyla bağımlı köylülerdi. Aralarındaki tek fark, serflerin bir çeşit tazminat karşılığı topraktan ayrılıp başka bir yere gidebilmesidir. Bu tazminatın adı ‘’chevage’’ idi. Ortakçı kulların böyle bir hakkı yoktu ve hatta ortakçı kullardan biri ile evlenen özgür erkek dahi o köye yerleşmek ve ortakçı kul statüsünü kabul etmek zorundaydı. Reaya ise Avrupa serfleri ve Osmanlı ortakçı kullarına göre özgür bireyler olarak kabul edilmelerine karşılık, toprağa bağımlılık hususunda, serflerle aynı şartlarda oldukları söylenebilir. Reaya toprağı bırakıp gittiği takdirde, Sipahi on yıl içinde onu bulup geri dönmeye zorlayabilirdi. Reaya Sipahiye ya da toprağın ait olduğu vakfa ‘’çift bozan resmi’’ veya ‘’leventlik akçesi’’ ödeyerek toprağı bırakabilir ve başka yere yerleşebilirdi.  (Barkan, 1980, pp. 720-724) Görüldüğü gibi gerek serf, gerek reaya toprağa çoğunlukla bağımlı idiler. Serflerin tazminat ödeyerek toprağı bırakmaları ve başka yere göç etmeleri geç dönemlerde olmuştur. Bu yüzden feodal yaşamın bütününe baktığımızda istisnai durumları göz ardı edip genelleme yapabilir ve serflerin toprağa sıkı bağımlılıklarından bahsedebiliriz. Bağımlılık konusunda bahsedilmesi gereken başka bir faktör de mecburiyettir. O dönem köylüsü için yaşamı idame ettirmenin en önemli şartı toprağı işlemekti. Paranın dolaşımının az olduğu, endüstrinin yaygın olmadığı bu dönemde, köylünün yapabileceği işlerin sınırlı olması, köylüyü her ne kadar koşulları zor olsa da toprakta çalışmaya mecbur bırakmıştır. Paranın erişiminin kolaylaştığı ve endüstrinin yaygınlaştığı, güvenlik korkusunun azaldığı döneme girilmesi ile birlikte serf üzerindeki yaptırım azalmış ve köyden göç hızlanmıştır.

2.2. İLİŞKİLERİN EKONOMİK YANSIMASI

      Avrupa serflerinin istedikleri mesleği seçmek ve çalışıp çalışmamak gibi hakları olmamakla beraber, geç dönemde Senyöre tazminat ödemek ve ‘’chevage’’(baş haracı) vermek suretiyle Senyöre ait olduklarını ispat edip farklı işlerde çalışanlar vardı. Osmanlı ortakçı kulları da meslek seçmek konusunda özgür değillerdi ve ayrıca Avrupa serflerinin aksine, tazminat ödeyerek başka bir işte çalışma ihtimalleri kesinlikle yoktu.  (Barkan, 1980, p. 720) Ortakçı kulların varlık amacı kesinlikle toprak ile ilişkili idi ve başka işlerde istihdam edilmeleri söz konusu bile değildi. Osmanlı reayası için de serflerle benzer bir durum uygulanmaktaydı. Üzerinde toprak yazılı olan reaya, başka yerlerde çalışmaya gidemez ancak gider ise bağlı olduğu Sipahiye ‘’çift bozan resmi’’ ya da ‘’leventlik akçesi’’ denilen bir çeşit vergi vermek zorunda idi. (Barkan, 1980, p. 724) Senyörler ekonomik olarak köylüye, köylü de yaşamak için Senyöre bağlı idi. Senyörün ekonomik kazancı köylüden aldığı vergiye, toprağının işlenmesi köylünün emeğine dayanmaktaydı. Sipahiler de ekonomik olarak reayaya bağlı idi ama reaya için tam böyle diyemeyiz. Her ne kadar Sipahiye vergi verme durumları olsa da ürettiklerinden ekonomik kazanç sağlayabilirlerdi. Serfler Senyör, ortakçı kullar Sipahi için angarya çalışmalara ve bir takım hizmetlerde bulunmaya mecbur idiler. (Barkan, 1980, pp. 720-722) Osmanlı arşivlerinde reayayı angarya çalışmalara zorlayan Sipahiler için yazılmış şikayetler mevcuttur. İngiltere’de serfler, hasat ettikleri buğdayı Senyörün değirmeninde öğütmek zorunda idiler ve bunun için bir bedel ödemekteydiler. El değirmeni olup evinde hasat ettiği ürünü öğüten serf cezalandırılabiliyordu, Osmanlı uygulamasında böyle bir monopol yoktur. Reaya değirmencilik vazifesini kendi yapmakta ve karşılığında devlete resm-i asiyab ödemektedir. (Cin & Akyılmaz, 2000, p. 306) Limni adasındaki değirmen vergilerine ilişkin önemli bir bilgi 1490 tahrir defterinde verilmektedir. Bu bilgiye göre su değirmenleri için 15, yel değirmenleri için 180 akçe vergi ödenmektedir. (Lowry, 2012, p. 50) Görüldüğü üzere Senyör köylünün hayatının her anında yapacağı herhangi bir iş için bedel ödemek zorunda olduğu kişi iken Sipahinin durumu daha farklıdır. Reaya Sipahiye vergi ödemekle yükümlüdür, bunun dışında topraktan hasat ettiklerini işlemek için bedel ödeme yükümlülüğü ya da Sipahinin sağladığı hizmeti satın alma mecburiyeti yoktur.

2.3. EVLİLİK VE ÇOCUK

      Serf, Senyör için iş gücü demekti. Bu sebeple, serfin ya da çocuklarının malikane dışı evlilikleriyle ilgili katı kurallar vardı. (Huberman, 1991, p. 17) Evliliklerle ilgili olan hukuki durumu şöyle özetleyebiliriz: Malikanenin, işgücü açısından demirbaşı oldukları için, başka Senyörlerin serfleriyle veya özgür kişilerle evlenmeleri yasak edilmiş, ya da Senyörün iznine bağlı olarak, bir çeşit tazminat ve paraya hükmedilmiş. (Barkan, 1980, p. 720) Birinci bölümde, reaya açıklamasını yaparken, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir toprak üzerine yerleştirilmiş köleler olduğundan ve bunların ortakçı kullar olarak anıldığından bahsetmiştim. Ortakçı kullar, reayadan farklı kurallara bağlı olan köylüler olup, Avrupa serflerine benzer yaşam biçimlerine sahiplerdi. Reayanın istediği herhangi biri ile evlenme özgürlüğüne karşın, ortakçı kullar sadece ancak kendi aralarında evlenebilirlerdi. Dışarıdan biri ile evlilik yasaktı. Hatta kendi isteği ile evlenmeyen kul kadınlar aynı kulluktaki erkeklerle zorla evlendirilirdi. Eğer bu kul kadınlardan biri ile evlenmek isteyen özgür bir erkek olursa, o da ortakçı kulların olduğu köye yerleşmek zorunda olup, ayrıca ortakçılık şartlarını kabul etmesi gerekirdi. Padişaha ait bir kul kadın ile evlenmek istemesi sebebiyle, o kadından alacağı cariyelik hizmeti için bir bedel ödemesi gerekli idi. Doğan çocuklar ise annelerinin hukuki statüsüne tabi olmaktaydılar. (Barkan, 1980, p. 722) Evliliğin bu şekilde ayrıntılı olarak ele alınıp bazı yasaklar koyulması, Osmanlı ortakçı kullarının aynı Avrupa serflerinin kabul edildiği gibi yöneticinin malı olarak sayıldığı anlamına gelmektedir.  Burada ilginç olan bir nokta ise, İslamiyete göre soyun babadan geldiği inancının aksine, doğacak çocukların hukuki statüsünün anneye göre kurgulanmasıdır. Buradaki amaç, işgücü sürekliliğini sağlamaktır. Senyörler, vassallarının çocuklarının evliliğini denetleme hakkı vardı. Bunun sebebi ise ölen vassalın sadece kızları varsa, kızın başka bir aileye mensup biri ile evlenmesi durumunda alınan fiefin, sözleşme yapılan soydan başka bir soya geçmesi kaygısıdır. (Bloch, 1983, p. 285) Görüldüğü gibi Avrupa’da Senyör sadece serfler üzerinde değil, soylu olan vassallar üzerinde bile bazı haklara sahipti. Osmanlıda Sipahilerin evlilik ile ilgili herhangi bir yaptırım güçleri yoktur. Her ne kadar yönetici konumunda olsalar da, merkezi otoritenin kanunlarına ve mahkemelerine bağlı idiler. Feodal düzende, evlenen serf kadın ilk gecesini Senyörün yanında geçirmek zorundadır ve buna ilk gece hakkı anlamına gelen ‘’ius primae noctis’’ denilmektedir. Uygulamada bu hak kullanılmamış olsa bile, doğacak çocukların Senyöre ait olduğunu belirlemek amacıyla her zaman elde tutulmuştur. Kadın kocasına tabi olacağı ve Senyör iş gücü kaybına uğrayacağı için, malikane dışı evlilik için kadın serfin ‘’formarriage’’ adında yüklü bir tazminat ödemesi gerekmiştir. Osmanlı örneğinde reayanın hürriyet alanı içindeki evliliklerinde Sipahinin söz hakkı yoktur. Ancak gerdek resmi adında her kız ve dul kadından alınan Avrupa’dakine benzer bir vergi olsa da bu verginin sadece reayaya özel olmadığı ve resm-i arus adıyla sipahi, beylerbeyi, sancakbeyi kızlarından da alındığı düşünülünce, aradaki farklılık  ortaya çıkıyor. (Cin & Akyılmaz, 2000, p. 308)

2.4. HAK VE HUKUK

      Serflerin, Senyörlerine karşı angarya olarak adlandırılan bazı görevleri yerine getirme yükümlülüğü vardı. Bu angaryalardan bir tanesi işlediği topraktan elde ettiği ürünün bir miktarını verme mecburiyetidir. Ayrıca her hafta belli günlerde Senyörün toprağında çalışmak zorundaydılar. (Cin & Akyılmaz, 2000, p. 117) Serflerin üzerinde yaşayıp işledikleri toprağı miras bırakma gibi bir hakları yoktu. Ancak ölen kişinin mirasçısı malikane geleneğine uygun olarak Senyöre bir vergi ödeyerek mirası alabiliyordu. (Huberman, 1991, p. 17) Burada bahsedilen miras, toprağın sahipliği değil, elinde bulundurup işleme hakkıdır. Senyörlerin elinde bulundurduğu en güçlü şey ise serfleri yargılama hakkı idi. (Cin & Akyılmaz, 2000, p. 119) Dolayısıyla durumundan memnun olmayan, fazlaca angarya yapmak zorunda kalan, haksızlığa uğrayan serfi koruyacak bir adalet sistemi yoktu. Ancak İngiltere’de yargı sistemi biraz daha farklı olduğu için kıta Avrupa’sının aksine köylüler, kraliyet yargılamasının koruyuculuğuna kavuşmuştur. (Cin & Akyılmaz, 2000, p. 120) Osmanlı sisteminde yasama ve yargı her zaman merkezi otoriteye ait olup, Sipahi, devletin bir memuru olarak görev yapıyor ve reayayı yargılama hakkı bulunmuyordu. Daha önce de belirtmiş olduğum ‘’hak’’ ve ‘’görev’’ anlayışı özellikle yargı söz konusu olduğunda yöneticinin davranış şeklini belirliyor. Osmanlılarda reayanın Sipahiyi şikayet etme hakkı her zaman var idi. Yargılama kadılar tarafından yapılırdı ancak toprak kullanımından doğan anlaşmazlıkları çözmek için toprak kadıları makamı oluşturulmuştu. (Cin & Akyılmaz, 2000, p. 321)
       Osmanlı İmparatorluğu’nda, angarya olarak adlandırılan işler ortakçı kullar için geçerli iken reaya için geçerli değildi. Yeni fethedilen Balkan topraklarında alışılagelmiş feodal düzene karşı eğilim kaideleri değiştirerek kendi vergi sistemini kurmak olmuştur. Bu esnada yerleşmiş angaryalar bir süre daha devam etmiş ama daha sonra ortadan çoğu kalkmıştır. Avrupa’daki angaryanın karşılığı Osmanlı’da vergilendirme olarak karşımıza çıkıyor. Genellikle ücret karşılığı angaryalar kaldırılmış olmasına rağmen korunmuş olan bazı adetler de vardır. Bunlardan bir tanesi reayanın Sipahiye verdiği öşür bedeli olan ürünü bir günlük yoldan uzak olmamak kaydı ile Pazar yerine kendi arabası ile götürmektir. Bunun dışında yine Avrupa feodal sisteminden miras kalan sipahiye ambar yapılması yükümlülüğü, ancak bir kereye mahsus olması kaydı ile sınırlandırılarak uygulanmıştır. Yine hafifleştirilmiş bir angarya olarak, beyin toprağında, serflerde olduğu gibi haftada üç değil, yılda üç gün çalışma şartı görülüyor. (Cin & Akyılmaz, 2000, pp. 311-319)

SONUÇ

      Avrupa serfinin yaşamı neredeyse tamamı ile Senyörle iç içe geçmiştir. Yaşamını sürdürmesi için ekmek zorunda olduğu toprak karşılığında Senyöre vergi ödeyerek ve hatta ürünleri işlemek için yine Senyörden hizmet satın almak zorunda olarak, elinde bulunan herşeyi Senyöre bir şekilde vermek durumunda kalmıştır. Ekonomik olarak kalkınmak bir tarafa belki de ancak karın tokluğuna yaşamak mecburiyetinde kalarak, zor şartlarda yaşamıştır. Hukuken hiçbir hakkı olmayıp, kanun uygulayıcı, yine hizmet ettikleri Senyör olduğundan, devlet ile ilişkileri olmayıp, bir adamın malı olmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu her ne kadar farklı bölgelerinde farklı uygulamalarda bulunsa da, reaya padişahın kulu sayılmıştır. Sipahinin gelir kaynağı reaya olsa da reayanın veli nimeti Sipahi olmamıştır. Ayrıca hukuken merkezi yönetime bağlı olduklarından reayanın devlet ile ilişkisi her zaman var olmuştur. Sipahinin reayanın kişisel hürriyetlerinin geçerli olduğu köydeki yaşamı ile ilgili hiçbir söz hakkı yoktur. Daha önce de bahsetmiş olduğum ortakçı kulların yaşam koşulları ve hukuki statüleri Avrupa serfleri ile çok benzerlik göstermektedir ve onlar için devletin anlamı merkezi idareden ziyade hizmet ettikleri Sipahi ya da vakıftır. Senyörün ‘’hak’’ olarak gördüğü, serf üzerindeki egemenlik sergilemesi, Sipahi tarafından ‘’görev’’ olarak yerine getirilmiş ve icraatlarının hesabını devlete vermiştir. Aradaki ayrımı Senyörün devletin kendisi, Sipahinin devletin eli olarak davranması ile açıklayabilirim. Bu davranış biçimi daha önce açıklamış olduğum gibi toprağa bağımlılık, ekonomi, evlilik ve çocuk bağlamında aile hayatı ve hukuk çerçevesinde serf ve reayanın yaşamlarını şekillendiriyordu.


Kaynakça

Barkan, Ö. L., 1980. Türkiye'de Toprak Meselesi. 1. dü. İstanbul: Gözlem Yayınları.
Bloch, M., 1983. Feodal Toplum. 1 dü. Ankara: Savaş Yayınları.
Cin, H. & Akyılmaz, G., 2000. Feodalite ve Osmanlı Düzeni. 2 dü. Adana: Çağ Üniversitesi Yayınları.
Faroqhi, S., 2010. Osmanlı Şehirleri ve Kırsal Hayatı. 2 dü. Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Ganshof, F. L., 1996. Feudalism. 3. ed. Toronto: University of Toronto Press.
Hallaçoğlu, Y., 2014. XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı. 7 dü. Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Huberman, L., 1991. Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla. İstanbul: İletişim Yayınları.
Lowry, H. W., 2012. On Beşinci Yüzyıl Osmanlı Gerçekleri. 1. dü. İstanbul: Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları.
Öztaşkın, Ö. B., 2007. Osmanlı Reayası ile Avrupa Serfinin Karşılaştırılması. KKEFD/OKKEF, Cilt 16, pp. 247-264.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder